Pages

4 Ekim 2011 Salı

Halil İbrahim Sofrası

Haftalar sonra nihayet evimizde canlarımızı-dostlarımızı ağırladık. Artık mutfakta tekrar kontrol bende! Uymam gereken sağlık kurallarım var. Kimi hareketler sınırlı, peki bu benim umrumda mı? Tabi ki hayır!

Ben kendi pişirdiğim veya yediğim yemekleri (ruh halime göre gelecek günleri bilemem) halihazırda paylaşma taraftarı değilim. Bu blogun bir konsepti var mı bilemiyorum, biraz günce tadında değil mi? Farklı tatlarla tanışıncaya dek şimdilik bu paylaşma hakkımı saklı tutuyorum. Yalnızlığı seçen insanlara hep şaşırmışımdır. Elbette fikirlerine saygı duymakla beraber evinde katiyen yemekli misafir ağırlamama prensibi olan birkaç kişiyi tanıyorum. Misafirlerini daima dışarıda ağırlayan kişiler bunlar. Çok geleneksel olmamakla birlikte, batı terbiyesi ile büyütülmüş ama Türk adetleri de kulağına daima fısıldanmış bir aileden geliyorum. Evde misafir ağırlamak çok büyük keyiftir benim için. Çalıştığım halde ütülü masa örtüleri, çeşit çeşit peçeteliklerim, servis tabaklarında sunulan yemeklerim olmalı. Benim için sofra ailenin ve dostların birleştiği, uzun sohbetlerin yapıldığı, iki kadeh eşliğinde kahkaların birbirine karıştığı, onca kişinin aynı anda konuşup da birbirini gayet rahat anladığı bir cümbüş. Tüm bu curcunada mutfağa girip çıkmayı, yemeklerimin afiyetle yendiğini görmeyi çok seviyorum. Yemek benim için sadece bir yaşam tarzı, kesinlikle yaşam amacı değil. İstisnalar kaideyi bozmamakla birlikte yemeklerin genellikle bir çeşitten oluştuğu bu ülkede salata çeşitleri, turşular, çorba, ara yemek/meze, zeytinyağlılar, ana yemek, tatlı, çay, Türk kahvesi gibi farklı tatların sunulması Kanadalı arkadaşlarımız tarafından ilk etapta şaşkınlıkla karşılanmıştı. Geçtigimiz yıl çok sevdiğim çatkapı gelen bir arkadaşımın sözüyle yüzümde kocaman bir gülümseme oluşmuştu: "Bu Türklerin evinde daima farklı yemekler oluyor, açık büfe gibi bir ev."

Bu akşam da bol kahkahalı bir buluşmaydı, misafirlerimiz Türk olduğundan çoğu kez tecrübe ettiğim Matrix'de kırılma anını yine yaşadım. Evimizin kapısının ardında Türkiye varmış, o an Türkiye'deymişim gibi geldi. Bir anlığına işte. Dün doktor randevuma gitmek için aradığım taksi şirketinin telefon çağrımı sisteme geçirmeyip beni yirmi dakika beklettiğinde olduğu gibi. Doktoruma geç kalmanın ve anlamsızca beklemenin oluşturduğu sinirle tekrar aradığımda karşı tarafın taksinin gelip gelmediği sorusuna Türkçe "Hayır!" yanıtını verip hararetli şikayetimin devamını İngilizce bitirmem gibi. Birçok kez başıma gelen o anlarda kafamda şu soru uçuşuyor: "Ben az önce o sözcüğü Türkçe mi telaffuz ettim yoksa İngilizce mi?"... Yine laf lafı açtı konuya devam ediyorum. Israr vardır bizde değil mi? "Allah aşkına ye, And verdim, Ölümü gör, Hatırım kalır, Yersin yersin". Hiç sevmem çünkü bana yapılmasından da hoşlanmam. Bu tavrım ailede geleneksel olarak kaç yaşına gelirse gelsin "Çocuk" büyütme disiplininden hiçbir zaman vazgeçmemiş kimi büyüklerim tarafından hiç hoş karşılanmaz. Keyifle sunmak ve ağıza zorla tıkıştırmak farklı iki olgu değil mi? Ben dikkafalının tekiyim, ısrar etmeme huyumdan vazgeçmeye niyetim yok. Misafirlerim benim evimde rahat etmeli istediği kadar yemeli, yemediğini istediği gibi tabağında bırakabilmeli. Bu hep böyle olmuştur ve olacaktır da.

Kanada'ya ilk taşındığımız sene kiraladığımız küçük stüdyo dairenin olduğu apartman toplam altı daireden oluşan dış cephesi muhafaza edilmiş tarihi bir bina idi. Dolayısı ile komşularımızla merdivenlerde yada çamaşırhanemizin/depolarımızın katında karşılaşıp tanışma şansım olmuştu. Alt katımızda tek başına yaşayan ellili yaşlarda bir hanım vardı. Karşılaştığımızda selamlamlaşıyorduk. Bir akşamüstü evimiz ahşap olduğu için çok net bir şekilde aşağıdan hırıltılı öksürükler duydum, ardından hapşurmalar. Belliki alt komşumuz soğuk algınlığı geçirmekteydi. Hemen mutfağa girdim ve yayla çorbası yaptım. Ben çocukken hasta olduğumda annem hep bu çorbadan yapar ve yatağıma getirirdi. Nanemolla bir çocuk olduğumdan Yayla Çorbası yirmili yaşlarıma dek tarafımca "Hasta çorbası" olarak adlandırılmıştı. İşte ben de o gün Kanadalı komşumun kapısını servis tabağına yerleştirilmiş bir koca kase (tereyağı ve kuru nane soslu) peçeteyle örtülmüş Hasta Çorbası ile çaldım. Perişan bir halde salaş hırkasına sarılmış, kıpkırmızı burnuyla kapıyı açıp beni gördüğünde nasıl şaşırdığını anlatamam. Tabağı uzatıp, ardına kadar açılmış kapısından evini rahatsız etmemek için birkaç adım geriye çekilip ayaküstü bunun geleneksel bir Türk yemeği olduğunu söyleyerek geçmiş olsun dileğinde bulundum. Çok duygulandı defalarca teşekkür ederek yukarıya dek çıkışımı elinde çorba ile izledi. Bekletmemek için koşar adım üç beş basamağı atlayarak kapımızı açtım ve gülümseyerek iyi akşamlar diledim. Birkaç gün sonra akşam alışverişten döndüğümde paspasımızın üzerinde büyük bir cam vazo ve üzerinde teşekkür kartının bulunduğu zarf iliştirilmiş sarı güller beni bekliyordu. Yaklaşık bir ay sonra aynı komşu iki buçuk haftalık Küba tatili süresince çiçeklerini sulamam için bana evinin anahtarını bırakacak ve evde bulunan geniş Jazz müzik arşivinden çekinmeden yararlanmamızı isteyecekti. Evine döndüğünde ise yemek masasının üzerinde "Çiçeklerinin ağızından" sulama günleri - saatleri ve ev sahibesine özlemleri yazılmış bir hoşgeldin mektubu bulacaktı...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

harika bir şey bu! :)

Adsız dedi ki...

Kanada'da yasiyorsunuz ve yazdiklarinizda hic "Toronto'da bagel yedim", "aha iste bu resimdeki meshur hoptirik ekmegi", "resimde gordugunuz siz sumuklerin Turkiye'de hic gormedigi zottiri salami" seklinde yazmiyorunuz. Bu internette o kadar sonradan gorme ve o kadar kucuk yerden gelmis hazimsiz insan var ki.

Yazdiklariniz son derece icten. Belli ki bulundugunuz kosullari, yasadiginiz sartlari hazmetmissiniz.

Tebrikler